Koş, Dur, Yavaşla, Anksiyete!

COVİD Distopyası

Eslem Nalbant
Türkçe Yayın

--

Lise zamanlarımda hep distopya okurdum. Hatta en çok distopya okumayı seviyordum diyebilirim. Açlık oyunları, Efsane, Labirent serisi, Uyumsuz, Taht Oyunları… Biraz daha büyüyünce okuduğum kitaplar da evrildi benimle beraber. Biraz önce saydığım “ergence” kitapların yerini daha gerçekçi distopyalar aldı; Damızlık Kızın Öyküsü, 1984, Fahrenheit 451 gibi.

Photo by Brandi Ibrao on Unsplash

Distopya nedir peki? İlk kez John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Kavram ‘kötü bir yer’ anlamı taşır. Ütopya, aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplum: ‘mükemmel olan’ anlamına gelirken distopya ise ‘baskıcı toplumu’ ve olumsuz bir geleceği ifade eder. Ütopyanın antitezi olarak kullanılır. Kısaca distopik toplum baskıcı bir sistem olarak ifade edilebilir.

Hep düşünürdüm. “Acaba bir distopyanın içinde olsam nasıl davranırdım?”

Herhalde iki yıla yakındır yaşadığımız bu durum (salgın, virüs, hastalık… adına ne dersek) bir distopyadan farksız değil.

Peki Covid’ten önce her şey ütopyayı mı andırıyordu? Bu tabii ki tartışılır. Sabah rutinlerimizi yapıyor; işe veya okula gidiyorduk. Toplu taşıma araçları kullanıyor, yirmi kişilik araca elli kişi biniyorduk. Normali böyleydi, yadırgamıyorduk. Yüzlerce kişinin yemek yediği yerde yemek yiyorduk; Aklımıza gelirse, belki, yemeğe başlamadan önce ellerimizi veya oturduğumuz masayı ıslak mendille siliyorduk. Pet şişeden su içebiliyorduk, yürürken. Ya da bir kafede oturup saatlerce sohbet edebiliyorduk. Sarılabiliyorduk birbirimize. Maskeyle gezmiyorduk. Dezenfektan kullanmıyorduk. Mesafeyi sevmiyorduk.

Şimdi yazarken daha da iyi anladım… Bu gerçekten bir distopya olmalı. Bu hikayenin baş karakterleri de bizleriz. Adeta; Katniss Everdeen, Guy Montag, Winston Smith gibi…

Photo by Dan Farrell on Unsplash

KOŞ

İlk gençliğimizde sınava; SBS, YGS, LYS (benim zamanımda isimleri böyleydi) hazırlanma telaşımız vardı. Komşunun kızı daha başarılıydı, okuldaki çocuğun netleri fazlaydı. O öğretmen olacaktı, diğeri doktor peki ya sen ne olacaktın? Hepimiz hemen hemen aynı sözler içinde büyümüştük. Nasılsın? sorusunun cevabındansa insanlar kaçıncı sınıfta okuduğumuzu daha çok merak ediyorlardı. Hangi dershaneye gittiğin, deneme sınavlarında gösterdiğin performans, okul içi etkinliklerin, becerilerin hepsi senin seviyeni belirliyordu. Spor mu yapıyorsun? Artı puan. Enstrüman mı çalıyorsun? 100.

Bu rekabet ortamında bizler birer yarış atıydık. Ve rakiplerimizin ayaklarına bakıp kendimizi onlarla kıyaslamak yerine hedefe üstün bir konsantrasyonla koşmalıydık.

Sonrasında iş hayatına atılmak var tabii. İş buldun mu? Potansiyelini yansıtıyor mu? Maaşı yeterli mi? Kiranı ödeyebiliyor musun? Ailenden destek mi alıyorsun yoksa kendi ayakların üzerinde mi duruyorsun? Yine insanlar sorularıyla sanki bizi bunalımın içine daha çok çekiyordu. Ailesinden destek alan biri kendi ayakları üzerinde duramazmış gibi… İşimiz iyi, belki araba da aldık. Ee evin hangi semtte?

Hep daha iyisi, daha lüksü, daha çok “like” alanı için çabalamak ve hatta çırpınmak üzerine kurulu bir hayattı bizim yaşadığımız belki de.

“Okula git, mezun ol, iş bul, evlen ekseni”nde yaşarken birden bire hayatımızın yönü değişti. 1 Aralık 2019 Çin’de Covid-19 salgını ortaya çıktı. Adına karantina denen kavramla tanışmamız da böyle oldu.

Photo by Tonik on Unsplash

DUR

Bu zamana kadar hep koşmuştuk ve şimdi bizden durmamız isteniyordu. Onca yıldır otopilotta yaşamaya o kadar alışmıştık ki, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Şimdi evde kalmıştık ve hemen bir şeyler bulup meşgul olmalı, oyalanmalıydık.

Photo by Kai Pilger on Unsplash

Muzlu ekmek mi yapmadık? Evde mum yapımına mı başlamadık? Belki de bu kadar uzun bir süre evden çıkmadığımız hiç olmamıştı. Aklımızın ucundan geçmeyen şeyleri sorguladık. İlişkilerimizin yönü değişti. Bazen koptuk bazen daha sıkı bağlandık. Bazılarına küstük, bazılarını affettik. Yıllardır aklımızda olan fakat cesaret edemediğimiz bir şeyi yaparken bulduk kendimizi. Belki daha duyarlı olduk, belki farkındalığımız arttı… Çünkü hiç bu kadar düşünme fırsatımız olmamıştı. Bitmek bilmeyen bir telaşı yaşıyorduk. Daha iyi puanlar, daha güzel sözler için hep bir yarışın içindeydik. Kendimize dönüp bakmıyorduk ki… Hep meşguldük. Fırsat bu fırsattı içimize dönmüştük. Kişisel gelişime odaklanmak için iyi bir zamandı belki de.

Fakat her şey beklenilenden farklı gitti. Süreç uzadı. Beklenilenin aksine gün geçtikçe vaka sayılarında artış görülüyordu. Bu birçok problemi de doğurmuştu; sosyal, ekonomik ve psikolojik.

Alışkanlıklarımızı bütünüyle değiştiren bu belirsiz durum hakimken, korku, stres ve endişe de çoğaldı. Artık yeni bir sorunumuz vardı: ANKSİYETE.

YAVAŞLA

Geçen yıl karantinanın başlarındaki o boş zamanı belki iyi değerlendirmiştik. Eğer optimist olursak, sanki yıllardır hayatımızın iyi yönde gelişmesi (beslenmeyi düzeltmek, yogaya veya spora başlamak) için bir sihirli değnek bekliyormuşuz ve bize sunulan bir şansmış gibi bakabilirdik bu zamana.

Photo by Juli Kosolapova on Unsplash

Biraz önce yukarıda da dediğim gibi boş durmaya ve iş yapmamaya alışmamıştık. Sürekli faaliyette olmalıydık. Üretmeliydik. Kişisel gelişime yönelmeli, bol bol kitap okumalı, biriken dizileri bitirmeliydik. Yine bir yarışın içindeydik.

Bir hafta önce kitap önerisi yaptığım yazımı yazdım. Sevdiğim kitaplardan bahsettim. Yazıma buradan ulaşabilirsiniz:

Fakat uzun zamandır konsantrasyonumu toplayıp iki satırdan fazla kitap okuyamıyorum. Dizi ve film izlemeyi çok severim ama odaklanma problemi yaşıyorum. Birkaç gün önce çıkan ‘Fatma’ dizisine kadar severek izlediğim bir yapım da olmamıştı bu son dönemde. Hızını arttırmadan izlediğim hiçbir video yok. Sosyal medyada daha fazla vakit geçiriyorum. Çok uyuyorum ve sürekli tatlı yiyorum. Sanırım artık bu yarışın içinde değilim. Çünkü yavaşladım. Kendimi dinlenmeye hakkım olduğuna ikna etmeye çalışmak uzun süremi alsa da sonunda izin verdim.

  • En küçük bir boşluğunda bile bir işle meşgul olmak zorunda değilsin. İki işi hatta birçok işi aynı anda yapmak performansını düşürür, dikkatini dağıtır.
  • Sürekli verimli olamazsın. Böyle bir zorunluluğun yok.

ANSİYETE

17 günlük kapanmaya gireli birkaç gün oldu. Yürüyüş yapmak tabii ki yasak. Evinin konumu bu durumda çok önemli; komşu faktörü, binaların tasarımı. Gökyüzünü, yeşili görebilmek gibi.

Evde kal, evde kal, evde kal.

Photo by Jackson Simmer on Unsplash

Biraz önce anksiyete hakkında az da olsa giriş yapmıştım. Nedir anksiyete? Biz neden bu kadar duyar olduk bu kavramı?

Anksiyete yaşamsal olaylar, nesneler ve durumlar hakkında aşırı, uzun süreli kaygı ve endişeleri içeren bir bozukluktur.

Duygusal açıdan ise korku ve panik hissine neden olur. Kişi her şeyi olabilecek en olumsuz yönüyle ele alır, moral seviyesi en alt düzeydedir. Davranışsal olarak ise birey, anksiyetenin kaynağından kaçma eğilimi gösterir. Bu his, korku, kızgınlık, üzüntü ve mutluluk gibi duygularla beraber gelen, insanların hayatta kalmasıyla bağlantılı temel duygulanımlardan birisidir. Her insan zaman zaman herhangi bir hastalık belirtisi olmaksızın yaşamın olağan bir parçası olarak anksiyete yaşayabilir.

Neden böyle hissediyoruz? Sosyal ilişkilerin ruh sağlığını koruyucu rolü göz önüne alındığında, sosyal ilişkilerimiz azaldı belki de yoka yakın bir sayıya düştü. Yalnızlık hissetmeye başladık. Hastalanma düşüncesi, yakınlarımızı kaybetme korkusu, gelecek için endişelenme ruh sağlığımızı olumsuz etkileyelen faktörlerden birkaçı.

  • Kayıplarımız,
  • İçinde bulunduğumuz durumun bitip bitmeyeceğinin belli olmamasının yarattığı bilinmezlik hissi

salgının bize yansıyan olumsuz ruhsal etkileri kaçınılmaz hale geldi.

Normal bir zamanda olmadığımızın bilincindeyim. Normal diye bir kavram ne kadar doğru, normal diye bir şey var mı onu da pek bilmiyorum açıkcası. Nedir normal olan?

İnsan sosyal bir varlık değil mi? İnsana ihtiyaç duyup insandan beslenmez mi? Aristoteles için de insan, her şeyden önce sosyal bir varlıktır. Yaşamak için, anlaşılmak için, kabul görüp onaylanmak için insana ihtiyaç duyarız. İletişim kurmaya, sohbet etmeye, bir alışveriş ortamı içinde olmaya alışmışız. Hal böyle olunca, bir seneyi geçen bu durum bizi başta sarstı, fazlasıyla yıprattı ve yordu.

Photo by Brett Jordan on Unsplash

Anksiyeteden bahsetmişken geçen gün okuduğum bir yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum;

Depresyonu olan insanları 3 gruba ayırıyorlar: Birinci grup, haftada 3–4 kez, bedene zarar vermeden koşma konusunda bilgili bir psikolog eşliğinde jogging yapıyor. 2. grup, psikiyatristlerden zamana tabi psikoterapi alıyor ama egzersiz yapmıyor. 3. grup, zaman sınırlaması olmayan psikoterapi alıyor ve egzersiz yapmıyor. Amaç, farklı türlerde psikoterapi ile hareketin etkisini kıyaslamak.

10. haftanın sonunda, koşan ve hiç terapi almayan kişilerin depresyonu tamamen geçiyor. (Bir kadın hariç. Koşamadığı için altıncı haftada yürümeye başlıyor bu kadın. Fakat depresyonu tamamen geçmese de çok hafifliyor.)

Bu iyileşme, psikoterapi alan ama egzersiz yapmayanlarda görülmüyor.

İşin ilginç kısmı ise şu: 3 grup da sonraki 12 ay boyunca izleniyor. 1 yıl sonra, terapi alıp egzersiz yapmayanlar depresyondayken koşanlarda depresyondan hâlâ iz olmadığı görülüyor.

Kaynak: Griest, Klein, Eischens, et al., “Running as Treatment for Depression”, Comprehensive Psychiatry 20, no. 1 (Ocak-Şubat 1979 sayısı)

Belki karantina bitince biz de özgürce koşarız. Benim hiç koşma deneyimim yok fakat mutlaka denemek istiyorum. Yıllarca koşmuş olmamıza gerek de yok. İlk adımı atalım yeter. Edison da ampulü keşfetmeden önce 999 kez başarısız olmuştu. Ve ona bu başarısız denemeler için ne hissettiğini sorduklarında:

“999 başarısızlık mı? Hayır! Işığa kavuşamamanın 999 yolunu keşfettim o kadar.” demişti.

Brene Brown’un bir podcast bölümü var: Bu bölümde ilk denemeler hakkında anlattıklarını dinlemenizi tavsiye ederim. Bir şeyi ilk defa deneyimlediğinizde bunun garip hissettirmesi, konfor alanından çıkarması ya da zor gelmesinin ne kadar doğal olduğundan bahsediyor.

Podcastı buraya bırakıyorum:

Yeniliklere açık olmak, koşmadan, hırpalanmadan deneyim kazanmak, kendimize izin vermek bu dönemde en ihtiyacımız olan şeyler. Yavaşlamak, sakinleşmek bize iyi gelecek.

Çok yıprandığımızın farkındayım. Fakat bu durumu bize verilen bir şans olarak karşılarsak karlı çıkacağımızı düşünüyorum. Benim güzel günler göreceğimize inancım tam.

Güzel günler göreceğiz güneşli günler
Motorları maviliklere süreceğiz

Beğendiğiniz bir yazıya elliye kadar alkış verebileceğinizi biliyor muydunuz?

Konu hakkında fikirlerinizi benimle paylaşmak için eslemnalbantmedium@gmail.com ’dan iletişime geçebilirsiniz.

Ayrıca beni sosyal medya hesabımdan takip edebilirsiniz Twitter: @esleftly

Sağlıkla, Hoşça kalın.

Eslem Nalbant

--

--